10 Mayıs 2010 Pazartesi

Bir musibet...

Hayal kırıklıklarıyla geçen 2009-2010 sezonunun son perdesine geldik. Senenin başındaki Mayıs hayallerimizin kilometrelerce uzağından yazacağım bir 'Sezon değerlendirmesi'nin burukluğunu yaşıyorum. Kulüpleşme adına yine eksilerde seyreden, futbol anlamında keyiflendirmeyen, tatsız-tuzsuz bir sezonun ardından...
Beşiktaş semti hala ışıl ışıldı sezonun startı verildiğinde. Bir aşama katetmek ve üzerine koymak için iyi bir iskelet kadronun geride bırakıldığı çifte kupalı sezonun ardından, hedefler Avrupa üzerine kurulmuştu. Ancak gün geçtikçe bekleneni karşılamayan transferler, Mustafa Denizli'nin gideceği yönündeki söylentiler, mehmet topuz vakası gibi ardı ardına gelen moral bozucu haberlerin sonunda heyecanımız bir parça da olsa kırılmıştı. Sonra beğeniye sunulan formaların fos çıkması, taraftarın Quaresma beklentisinin sonuçlanmaması hedeflerin yerini hayallere mi bırakacağı endişesini getiriyordu akıllara... Haldun Üstünel fırtınasının ardından tanrılaştırılan galatasaray'ın daha santra yapılmadan şampiyon ilan edilmesiyle birlikte kötü senaryolar üretilmeye başlandı. Bu arada Ferrari ve Nihat transferlerinin gelmesiyle bir nebze olsun su serpiyordu yüreklere. İspanya'da yapılan Barış Kupası'ndaki pozitif futbol ile zenginleşen kadro yapısı başarının sinyallerini veriyordu... Şampiyonlar Ligi kuraları heyecanla bekleniyordu artık. Tabi yönetim de bu fırsatla ağzının suyu aka aka zammı yapıştırdı kombineye. 10 bin civarı kombine satışıyla fiyat olarak yeterli, ilgi olarak vasat bir satışın ardından gözler artık Olimpiyat Stadı'na çevriliyordu... Allah'ın unuttuğu stadda bizimkiler de futbolu unutuyordu ve sönük bir start veriliyordu lige. Bu maçta etkili olamayan Nobre'nin eleştirilmesiyle başlayan forvet kıyımında, 6 haftalık periyodda Nihat'ı bile tek forvet oynatma hezeyanının içine düşüyordu Denizli. Zaten şampiyonluk da bu 6 hafta sonunda uçacaktı. Antalya maçının seyircisin oynanmasıyla taraftarıyla ilk buluşmasını 4. haftada yapabilen Beşiktaş, bir türlü rüzgarı arkasına alamıyordu ve tekleye tekleye 6. hafta sonunda liderin 12 puan gerisine düşüyordu. Ligin genelini etkileyen bu 6 haftanın ardından çıkışa geçsek de kafi değildi. Bu araya tarihe tanıklık ettiğimiz Manchester ve 3-0'lık Fenerbahçe maçlarının sıkışması bu sezon için arma aşıklarının en büyük gururlarıydı. Sonuçta şampiyonluk uçtu gitti. Peki neden böyle oldu? Bu durumun oluşmasında en önemli unsur tartışmasız sakatlıklardır. Sağlam bir Nihat, Delgado, Nobre, sezon başı Toraman, bir dönem Ferrari bu takıma ekstradan 10 puan getirirdi. Ama olmadı. Sezon sonu gönderilecek bir numaralı isim Holosko'nun performansı da benim en büyük hayal kırıklığım oldu.


Geçelim tribüne... Yatakodanıza bir hırsız girerse, o korku anının artçılarıyla müthiş bir güvensizlik duygusu hissetmeye başlarsınız ve bu durumun geçmesi uzun zaman alabilir. Tribün anlamında kalbimizin içine sokulan bir hançer olarak gördüğüm Denizlispor maçı, işte bu şiddette benzer bir güven kaybı yarattı hepimizde ve fırtınanın ortasında kalmış geminin akıbetine benzer bir sürece soktu tribünü. Olay yeri henüz kan revan içerisindeyken, fail karşıdan cinayeti izliyordu ancak delilleri karanlıklaştırmayı başarmıştı. Yasadan yararlanıp zaman aşımına bırakacaktı davayı. Geriye belirsiz güçler tarafından tribüne sokulan adamlar ile belirsiz eller tarafından tutulan pankartlar bıraktı. Ancak bize en çok koyan ise hadızamızda geminin kaptanı bellediğimiz liderledin bir anda belirsizleşmesi olmuştu. Büyük özveriyle yüceleştirilen Çarşı olgusunun içi göz göre göre boşalıyordu ve konuşması gerekenler avazı çıktığı kadar susuyordu. Kafalarda binbir soru işaretiyle bolcana kırılmış kalp bıraktı o gün arkada. Bunalım sürecinin içine giren Türk tribünlerinin lokomotifi, uzun bir süre o eski parıltısından uzak bir döneme girmişti...


Üzerimizdeki bayrağın gölgesi gün geçtikçe daha da karanlıklaşmaya başlarken, yönetimsel anlamda da bir umut ışığı belirmiyordu. Seneler öncesinden şafak saymaya başladığımız Kongre gelip çattığında, Murat Aksu daha akla yatkın gözüküyordu. Ancak bir kıvılcımla camiayı arkasına alabilecek lider kişilikli bu siyasetçi bir türlü etkinleşemiyordu. Aksu alnı ak bir şekilde ardı ardına tv programlarına çıkarken, çağrıldığı programlara bile gitmeyen Demirören kamera arkasındaki lobi girişimlerine hız verip ve seçimlerin kazanılmasında bir numaralı etken olan derneklere yöneliyordu. Şampiyonluk kutlamalarında bile derneklerin gecelerine katılmaktan imtina eden bu adam, neredeyse her gece başka bir derneği ziyaret ediyordu. Ve sonucunda seçim günü İstanbul'a akın eden otobüslerle akan oylar ile derneklere taahüt edilen imkanlar takas edilip alışveriş tamamlanıyordu. Beşiktaş artık taraftarın değil, 20 bin kongre üyesinindi. Beşiktaş üzerinde hiçbir emeği olmayan taraftarlar olarak, artık 3 yıl daha zengin şımarık çocuğunun eline bakacğımız müjdelendi bu yıl. Demirören yeniden başa geçtiğinden bu sürece kadar, Osmanlı'nın 2. Dünya Savaşı sırasında uyguladığı tarafsızlık politikasına benzer bir yöntem uygulamaya koydu. Şu ana kadar hiçbir topa girmediler ve başarısızlıklarından ötürü bağışıklık kazanan bünyeler, uzun süredir pot kırmayan bu yeni yönetimin akıllandığını düşündü. Ama daha geçen hafta patlak veren vergi kriziyle büyük bir fiyaskonun altına imza atmalarına ramak kalıyordu. Yönetim cephesinden de aynı tas aynı hamam. 2010'un ilk yarısı da Demirören'den kurtaramadı Beşiktaşlıyı...


Herşeyden çok sevdiğimiz Beşiktaş'ın 2009-2010 bilançosu malesef bu kadar karamsar. James Cameroon bile gelse bu kulüpten seyirlik bir şeyler çıkaramazdı kanımca. Pembe gözlüklerle izlenecek bir derleme yapsa bile... Üzerine ölü toprağı serilmiş olan Siyah-Beyaz'ın iç dinamitlerinin yeniden harekete geçmesi için çok farklı bir şey gerekiyordu. Yoksa tüm yönleriyle sindirilmeye başlanmış uyuyan bir deve dönüşecekti asırlık çınar. Belki de şampiyonluğa bir nefes kadar yakın olabileceğimiz o haftada bilica öyle bir hareket yaptı ki, geride büyük bir boşluk olarak kalabilecek bu sezonu doldurdu ve anlamlandırdı. Büyük entrikaların içine düşmüş Türkiye'nin 99 depreminde yaşadığı dayanışma ruhuna benzer bir hale büründü camia. Ortak düşman etrafında birleşme isteği, uzun zamandır beklenen patlamayı yapamayan tribünlerin yeniden ayaklanmasına ve silkinip kendine gelmesine neden oldu. Atalarımızın da dediği gibi; bir musibet, bin nasihatten daha faydalı oldu. Gözümde bir değeri olmayacak bir sezonda, Beşiktaşlı olduğum için şükretmeye başlamama sebep olan bu olay, aynı zamanda Asi Ruh'un da yeniden canlanmasına sebep oldu. Futbolcular, taraftarın reaksiyonuyla hangi değerleri savunan bir kulüpte oynadıklarını anladı. Mustafa hocaya verilen güven oyu da, gönül adamı olan Denizli'yi heyecanlandırmıştır kendi görüşüm. Sözün özü, bu olayla birlikte şükür duygusunun oluşması, Beşiktaşlılığı sindirip, sanatçıların bile ortak payda Beşiktaş etrafında birleşmesi, bu sezonun en büyük kazanımı olmuştur. Umarım gelecek sezon bu kazanım bir itekleyici güç olarak kullanılır... Şimdi kabuğumuza çekilip yepyeni hayallere dalma zamanı. Umudun adı yine Beşiktaş.

Hiç yorum yok: